Efendim geçenlerde nerede olduğunu hatırlamıyorum yabancılık ve tarih üzerine ilginç bir tez okudum. Hatta okuyup okumadığımdan da emin değilim belki de bir videoda gördüm. Tarihte ilk defa büyük şehirlerde yabancılık normal karşılanır olmuş. Şimdi hatırladım tuvaletteki dergilerden birinde okumuştum, Harvard Business Review olabilir. O da kendi aldığımdan değil ha, hava atıyorum sanılmasın, evinde kaldığım arkadaşım abone ondan yürüttüm (tuvalette dergi/kitap okunmasına çok kızıyor). New York'ta Çinli Londra'da Arap görmek çok normalmiş artık. Yani insanlar metroda ya da trafikte karşıdan karşıya geçerken bir yabancıyla karşılaştıklarında bu durumu hiç garip karşılamıyorlar. Bu tabii artık kozmopolit olma durumundan farklı çünkü yabancıyı yabancı olarak algılamayı bıraktığında kendini de yerli olarak algılamıyorsun. Kendini de istediğin yerde yabancı konumuna koyma özgürlüğünü elde ediyorsun, vs. vs. vs.
Kendi kendime, etrafımdaki Türklere ve genel olarak bütün Türklere yabancılık çerçevesinden baktığımda aklıma gelenleri nuide'e yazayım da biraz rahatlayayım dedim. İlk olarak bu konu ne zaman bir Türk tarafından ele alınsa göçebelik üzerine bir tartışmaya girişiliyor, ondan başlamak istiyorum. Bizim beyaz Türkler olarak kendimizle büyük sorunlarımız var. Bir yandan kıro dediğimiz, bir şekilde ilkel bulduğumuz ve açıkçası Türk dediğimizde aklımızda canlanan insan tipinden farklılığımızı vurgulamak istiyoruz. Çünkü eğitimliyiz, Avrupa dillerini konuşuyoruz, Paris'i Londra'yı Berlin'i gördük, ya da görmüş arkadaşlarımız var (nasıl Harvard Business Review okuyan arkadaşın dergisinden alıntı yapıyorsak Berlin'i görmüş arkadaşlarımızın anlattıkları da bizim şehir kültürümüze katkı). Kemalistlerin milliyetçiliğine, anti-demokratikliğine ne kadar uzaksak AKP'ye de o kadar uzağız, ideolojik bir boşluğun farkındayız ama ideoloji kelimesi bile bizi korkutuyor, ideolojimiz bu. Ama bütün bu yarı-modern söylemin yanında göçebelik kendimizle barışıklığın simgesi gibi kabul ettiğimiz ve zaman zaman gururlandığımız bir unsur olarak kimliğimizde sağlam bir yere sahip. Biz yabancı Türklerin en büyük sloganı, en büyük miti göçebelik. Göçebe atalarımız sağolsun her yere adapte olabiliyoruz, her kültürle bir arada yaşayabiliyoruz, ama hiçbir yer de evimiz değil. İstanbul güzel şehir ama trafikten yaşanmaz insanları çok saygısız, Berlin çok güzel ucuz ve sürekli hareket halinde ama çok salaş, Paris'te yapmacık bir bohemlik var insanları çok kıl, Londra çok gösterişli insanları nazik ama biraz boşlar, yemekler çok kötü (ki en büyük yanılgılardan biridir). Kuzey ülkeleri çok rahat ama çok durgun, İtalyan erkekleri fos çıktı ya kırolar ya geyler (bunu baldızımdan duydum ve çok hoşuma gitti Buffon'a bacak arası gol atmış gibi oldum), vs. Yaşanacak mekan seçmekteki aynı boşboğazlığı yaşadığım şehir Paris içinde mekan seçen Türklerde ise şu şekilde görüyorum: Yok 15. mahallede (Paris'in merkezi sayılan iki bölgenin içerisinde kalmasına rağmen sessizliği ve eğlence mekanlarına en fazla 45 dakika uzak olduğu için şehre yabancılar tarafından uzakta ilan edilmiş ve şu an yanında kaldığım arkadaşımın evinin içinde bulunduğu nezih mahelle, şuradan bütün mahallelere bakılabilir), 20 metrekarede yaşanmazmış, Chateau Rouge'da çok zenci varmış (eski evimin olduğu bölge), Chateau D'Eau (şimdiki evimin olduğu bölge) çok daha betermiş metrodan çıkınca zenci seliymiş, vs. vs. Anlayamadığım şey şu, hani tarihimiz boyunca oradan oraya gitmiştik, hani mekan değiştirmeyi severdik? Nerede kaldı o toz konduramadığımız göçebeliğimiz? Optik yanılsamalarla ilgili ilginç bir tespit bulunduran bir video izledim (linki bulunca koyarım), tespit şu: yanılsamanın gerçek olmadığı bize ne kadar anlatılırsa anlatılsın, yani yanılsamanın ne kadar farkında olursak olalım, yanılsamanın konusunu oluşturan goruntu-obje-varlık bize hep aynı görünür. Aslında Fromm da bundan bahseder, bir yanılsamayla baş etmek için onu olduğu gibi görmeye çalışmak değil, yanılsamanın olduğu gibi görünmediğini kabul etmek gerekir.
İşte ben de bu göçebelik söyleminin altında Türk pratik zekasına (yani ÖSS/ÖYS'yle beynimize kazınılan problem üzerine düşünme sadece bir şekilde sonucu bul metodolojisinden bahsediyoruz), dünyayı ortalama bir beyaz Türk'ün gözüyle görmenin üstünlüğüne olan faşizan milliyetçi bir hayranlığın olduğunu ve kendimizi ne kadar anti milliyetçi ve aydın görersek görelim 80'lerin sonuna kadar sürmüş olan beyin yıkamanın en azından bu konuda çok başarılı olduğunu hissediyorum. Ne kadar istemesek de gittiğimiz her yere Türklüğümüzü ve bunun bütün bileşenlerini taşıyoruz ve bunu artık kabul edersek her alanda daha başarılı olacağız. Bu cümleye nokta koyarken ne kadar tereddüt ettiğimi anlatamam, çünkü okuyunca sanki aşırı milliyetçi bir fikri ılımlı bir dille okuyanlara kabul ettirmek istiyormuş gibi hissettim. Bunun sebebi de zaten söylediğim şeyin içinde gizli.
Aklıma takılan başka bir nokta da Avrupa'daki Türklerin birileriyle tanışırken kendilerine yöneltilen "Neredensin?" sorusuna en az 2 saniye duraklayarak cevap vermeleri. Bunun en güzel örnekleri grup karşılaşmalarında yaşanıyor çünkü Türk gruplarında herkes birbirini bekliyor, hep başkası cevap versin diye. Beynimizin bir kenarında "bizden nefret ediyorlar", "bizi yanlış tanıyorlar" diye iki tane tıkanmış damar var, bunları bir türlü açamadık. Küçükken televizyonda Avrupa arenasında gördüğümüz her Türk'ün modern Türkiye'nin sembolü olarak tanıtılması bizde sanırım her Türk'ün yurtdışında ister istemez diplomatik bir görevde olduğu izlenimini yaratmış. Eğer öngörülerim doğruysa mesela Çin'de insanlarla tanışma esnasında kaybedilen o minimum düşünme süresi 2 saniyeden çok daha azdır. Bütün Uzak Doğu ezelden beri dostumuz, bütün Japonlar zaten zararsız insanlar da bu kendine güven duygusu sanırım Kore'deki dünya kupasında 3.lük maçında Hakan Şükür'ün kimin nereden çıktığını bilemediği anlamsız jesti sonrasında çok daha arttı.
Wednesday, 30 December 2009
Sunday, 15 November 2009
Saturday, 14 November 2009
sigarayı bırakmak
gerginlik...
lokantadaki herkesin suratına patlayasım var; her anlamda...
öyle ki, yaratılmış hiçbir tuzluk kendiğilinden nemlenip tıkanmasın, tüm tıkanıklıkların günahı bana yazılsın, her tıkanıklıkla karşılaşan küfrü bana atsın, her küfür eden sinirimden payını alsın diye, her biri özenle, ağzı tarafımdan ıslatıldığı için tıkansın istiyorum...
bu lokantadakiler dahil, bütün tuzlukların.
sol bacağımı hızla sallıyor, parmaklarımı masada tıkırdatıyorum...
hiçbir şey bu -sız'lığı azaltmıyor.
hiçbir şeyin, hiç azaltmamasının aksine, herşey de herbir şeyi katlayarak arttırıyor.
tek kimliğim yetmiyor çoğalanları karşılamaya; şizofrenleşiyorum...
elim lolipop kutusuna doğru umutsuzca yaklaşırken; -leştiklerimden biri, homofobik hislerle doğuyor...
tekrar tekrar, -leştiğimin gözünden kutunun üzerinde yazanları okuyorum...
Friday, 13 November 2009
Monday, 19 October 2009
Tuesday, 15 September 2009
Saturday, 12 September 2009
Nereden Nereye ?
Aslında bu başlıkla ilgili bir kategori açmak bile düşünülebilirdi. Belki de gelecekte böyle birşey olabilir. Hergün yaptığım, benim için bir anlamda klişeleşmiş vikipedi gezilerim beni sık sık bu soruyla karşı karşıya bırakıyor, nereden nereye ?
Nereden nereye deyimini her kullanışım kendini genellikle; hayatı, dünyayı kavramayı ve/veya anlamayı temsil eden hoş bir duyguya bırakıyor kendini. Tıpkı rüyalar gibi arkalarında sadece tam olarak anımsanamayan hatıraları andıran ve ardında bir bütün oluşturamayan anı parçaları bırakan bir deneyim bu. Bu yüzden deneyimleri sınıflandırmak ya da sıralamak mümkün olmuyor. Deneyimi iyi/güzel yapan şey ise en basit şekliyle yolun sonuna geldiğimde bulunduğum konumun güncelimde sıklıkla uğradığım konulara ya da mekanlara benzemeyişi.
Bunlardan güzel bir tanesi dün ile bugünü birbirine bağlayan gecede oldu:
Gmail penceresi her zamanki gibi açık. Onu sorgulamak mümkün değil. Yerimden kalkıp başka birşeylerle uğraşmak üzereyim fakat her zaman olduğu gibi yine bu akışı bozacak birşey oldu. Yeni bir mail geldi. Tuttuğum takımın resmi internet sitesinden geliyor mesaj. Galatasaray TV internette test yayınına başlamış. Merak edip birkaç saniye içerisinde "hmm demek buymuş" demek ve kapatmak maksadıyla açıyor ancak düşündüğümden daha geç kapatıyorum. Yarın -artık bugün- oynananacak Gs-Bjk maçıyla ilgili olarak eski oyuncular, spor yazarları, ünlü Galatasaraylılar vs. insanların görüşleri alınıyor. Bir ara sıra eski Gs oyuncusu Hakan Ünsal'a geldi, Hakan Ünsal da gerek toplumda bulduğu yankı, gerek medyadaki yansıması gerekse bu rekabetin sahada aktörlüğünü yapmış biri olarak oyuncuların yaşayışı açısından Türkiye'de gerçekten derbi tanımına uyan tek maçın aslında Gs-Fb rekabeti olduğunu söyleyerek başladı sözlerine. Sonrasında maçla ilgili görüşlerini anlattı ancak ben bu "derbi" kısmına biraz takıldım.
Derbinin nereden geldiğine bu saate kadar mutlaka bakmış olmalıyım diye düşünürken aslında bunu belki hiç yapmadığımı ya da yaptığım sırada yeterli bilgiye ulaşamamış olduğumu farkettim.
Derbi kelimesininin kökeniyle ilgili birden fazla açıklama var. Bunlara girmekten ziyade bu açıklamalardan birinin temelinde yer alan bir olay ilgimi çekti. İngiltere'de her sene tekrarlanan ve iki gün boyunca -saat 14'ten 22'ye kadar- oynanan bir müsabaka. Müsabakanın katılımcıları Ashbourne'un kuzey (Up'Ards) ve güney (Down'Ards) kısımları. Amaç saat 14'te şehrin yöneticisinin atışıyla birlikte, atılan topu kapmak ve rakip takımın kalesine götürüp, üç defa kaleye temas ettirmek suretiyle "gol yapmak" -Yerel olarak "The ball is goaled" denirmiş-. Eğer saat 17'den önce gol olursa top yeniden fırlatılarak oyun yeniden başlar yoksa oyun o gün için bitermiş. Günümüz geniş saha müsabakalarının atası sayılırmış. Daha detaylı bilgi için: Royal Shrovetide Football
- Videolar -
Ashbourne Shrovetide Football, 24th Feb 2009
Gol için 03:30'dan başlanabilir
Ashbourne Royal Shrovetide Football - Shrove Tuesday 2008
Buradan yola çıkarak aklıma başka bir fikir geldi. Cenk kardeşimize sesleniyorum, acaba Nobon'un da böyle sarı bir balonla falan oynanabilecek bir topluluk oyunu olabilir mi ? :)
Nereden nereye deyimini her kullanışım kendini genellikle; hayatı, dünyayı kavramayı ve/veya anlamayı temsil eden hoş bir duyguya bırakıyor kendini. Tıpkı rüyalar gibi arkalarında sadece tam olarak anımsanamayan hatıraları andıran ve ardında bir bütün oluşturamayan anı parçaları bırakan bir deneyim bu. Bu yüzden deneyimleri sınıflandırmak ya da sıralamak mümkün olmuyor. Deneyimi iyi/güzel yapan şey ise en basit şekliyle yolun sonuna geldiğimde bulunduğum konumun güncelimde sıklıkla uğradığım konulara ya da mekanlara benzemeyişi.
Bunlardan güzel bir tanesi dün ile bugünü birbirine bağlayan gecede oldu:
Gmail penceresi her zamanki gibi açık. Onu sorgulamak mümkün değil. Yerimden kalkıp başka birşeylerle uğraşmak üzereyim fakat her zaman olduğu gibi yine bu akışı bozacak birşey oldu. Yeni bir mail geldi. Tuttuğum takımın resmi internet sitesinden geliyor mesaj. Galatasaray TV internette test yayınına başlamış. Merak edip birkaç saniye içerisinde "hmm demek buymuş" demek ve kapatmak maksadıyla açıyor ancak düşündüğümden daha geç kapatıyorum. Yarın -artık bugün- oynananacak Gs-Bjk maçıyla ilgili olarak eski oyuncular, spor yazarları, ünlü Galatasaraylılar vs. insanların görüşleri alınıyor. Bir ara sıra eski Gs oyuncusu Hakan Ünsal'a geldi, Hakan Ünsal da gerek toplumda bulduğu yankı, gerek medyadaki yansıması gerekse bu rekabetin sahada aktörlüğünü yapmış biri olarak oyuncuların yaşayışı açısından Türkiye'de gerçekten derbi tanımına uyan tek maçın aslında Gs-Fb rekabeti olduğunu söyleyerek başladı sözlerine. Sonrasında maçla ilgili görüşlerini anlattı ancak ben bu "derbi" kısmına biraz takıldım.
Derbinin nereden geldiğine bu saate kadar mutlaka bakmış olmalıyım diye düşünürken aslında bunu belki hiç yapmadığımı ya da yaptığım sırada yeterli bilgiye ulaşamamış olduğumu farkettim.
Derbi kelimesininin kökeniyle ilgili birden fazla açıklama var. Bunlara girmekten ziyade bu açıklamalardan birinin temelinde yer alan bir olay ilgimi çekti. İngiltere'de her sene tekrarlanan ve iki gün boyunca -saat 14'ten 22'ye kadar- oynanan bir müsabaka. Müsabakanın katılımcıları Ashbourne'un kuzey (Up'Ards) ve güney (Down'Ards) kısımları. Amaç saat 14'te şehrin yöneticisinin atışıyla birlikte, atılan topu kapmak ve rakip takımın kalesine götürüp, üç defa kaleye temas ettirmek suretiyle "gol yapmak" -Yerel olarak "The ball is goaled" denirmiş-. Eğer saat 17'den önce gol olursa top yeniden fırlatılarak oyun yeniden başlar yoksa oyun o gün için bitermiş. Günümüz geniş saha müsabakalarının atası sayılırmış. Daha detaylı bilgi için: Royal Shrovetide Football
- Videolar -
Ashbourne Shrovetide Football, 24th Feb 2009
Gol için 03:30'dan başlanabilir
Ashbourne Royal Shrovetide Football - Shrove Tuesday 2008
Buradan yola çıkarak aklıma başka bir fikir geldi. Cenk kardeşimize sesleniyorum, acaba Nobon'un da böyle sarı bir balonla falan oynanabilecek bir topluluk oyunu olabilir mi ? :)
Labels:
Ashbourne,
Local Derby,
Royal Shrovetide Football,
Wikipedia
Monday, 17 August 2009
Google Ads
intihar etmiş edebiyatçıların (çoğunun son isteği kitap çıkarmak) derlendiği bir sayfada çıkan reklam, bir önceki posttakilerden daha manidar:
Thursday, 13 August 2009
Tuesday, 11 August 2009
doğum:
bebeğe adı verilirken kulağına ismi 3 kere fısıldanır
ölüm:
kişi öldüğünde camiden herkesin kulağına adı 2 kere tekrarlanır
insanlar geçer...
bir fısıltı - bir bağırtı arasında,
yaşam da.
hayatlar hep anılara süzülür.
süzgeçte kalanlar,
başkalarındaki kendi parçalarımızdır.
özümüz ise toprağa akar.
herkes
kendini
anımsar...
bebeğe adı verilirken kulağına ismi 3 kere fısıldanır
ölüm:
kişi öldüğünde camiden herkesin kulağına adı 2 kere tekrarlanır
insanlar geçer...
bir fısıltı - bir bağırtı arasında,
yaşam da.
hayatlar hep anılara süzülür.
süzgeçte kalanlar,
başkalarındaki kendi parçalarımızdır.
özümüz ise toprağa akar.
herkes
kendini
anımsar...
Thursday, 16 July 2009
Thursday, 2 July 2009
Wednesday, 1 July 2009
Tuesday, 30 June 2009
Vampirlik Zor Zanaat
Şu ana kadar 2-3 kere dile getirdiğim sevmediğim bir özelliğim var: İnsanları sevmiyorum.
Bu kadar basit, iki kelimeden oluşan bir cümleyi insanlar kendilerine söylendiğinde neden anlamıyor peki? Neden suratlarında insanları sevmeyen bir insanın var olamayacağına dair sarsılmaz bir güven ifadesi oluyor? Bence üç nedeni var.
Birincisi -ki en vahimidir- "insanları sevmeyen bir insan daha doğru insanlarla karşılaşmamış demektir, benim çevremdekilerle tanışsa, benim sevdiğim insanları tanısa böyle düşünmez" diye düşünülüyor olabilir.
İkincisi cümlenin kendisi yanlış anlaşılıyor olabilir. İnsanları sevmiyorum yerine "insanlığı sevmiyorum" gibi bir şey anlaşılıyor olabilir. Oysa insanları sevmemek aslında insanlık idealinin ayak altına alınışı üzerine umutsuz bir tepkidir.
Üçüncüsü şu an aklıma gelmiyor.
Bu kadar basit, iki kelimeden oluşan bir cümleyi insanlar kendilerine söylendiğinde neden anlamıyor peki? Neden suratlarında insanları sevmeyen bir insanın var olamayacağına dair sarsılmaz bir güven ifadesi oluyor? Bence üç nedeni var.
Birincisi -ki en vahimidir- "insanları sevmeyen bir insan daha doğru insanlarla karşılaşmamış demektir, benim çevremdekilerle tanışsa, benim sevdiğim insanları tanısa böyle düşünmez" diye düşünülüyor olabilir.
İkincisi cümlenin kendisi yanlış anlaşılıyor olabilir. İnsanları sevmiyorum yerine "insanlığı sevmiyorum" gibi bir şey anlaşılıyor olabilir. Oysa insanları sevmemek aslında insanlık idealinin ayak altına alınışı üzerine umutsuz bir tepkidir.
Üçüncüsü şu an aklıma gelmiyor.
Sunday, 28 June 2009
Friday, 26 June 2009
Wednesday, 24 June 2009
Tuesday, 19 May 2009
demlenme
bu çayı kim demliyor?
o ayrı bir konu.
yoksa metaforun oyunlu aldatmacası mı demleyen.
neyse; ondan daha önemli olan mesele şu...
demlikten akan şey herne ise, biz kendimiz, o akan ile içilen arasında, demliğe takılı bir süzgeçiz. hayatın demlendiği demlik de, demi süzen süzgeç de biz. fakat, içen bir değil, çok. biz, siz, onlar...
kişinin hayatı, bir çay partisi, kırk yıl hatır yazıcı, "paylaştıkça artan tad"...
ya da yalnız hayatlar yaşamak zaten imkansız.
belki yalnız yaşananlar zaten hayat değil.
zaten kim şahit olabilir ki yalnızlığınızda yaşadıklarınıza...
işin doğasına aykırı.
ötesi ne?
aklımda hep bir kısım kadınlara ait yüzler canlanıyor.
bileklerime kadar denize giriyorum...
Monday, 18 May 2009
Londra izlenimleri
İki hafta kadar önce, tam olarak 25-28 nisan tarihleri arasında Weirdo ile birlikte Londra'ya bir seyahat yaptık.
Binaların insanlara kolay kolay geçit vermediği bir yer Londra. İngiltere üzerine çokça duyduğumuz sanayi devrimi hikayeleri mi acaba bana bu görüşü dayatıyor diye sormadım değil kendime aynı zamanda. Fakat her ne kadar sorgulasam da önüne geçemediğim his, Londra'da insanların misafir olduğu. Londra binaların, üretimin hatta daha da genel bir şekilde çalışmanın şehri.
İnsanlara daha fazla yaşam alanı sunabilen şehirleri daha çok sevdiğimi, Paris'i sabahtan akşama kadar kötülememem gerektiğini Londra'da anladım. Belki de evvelinde İstanbul'u yaşamış ve Stockholm'ü görmüş olmak Londra'dan bir miktar hayal kırıklığıyla ayrılmama sebep oldu. Keza beklentilerim yüksekti. Paris gibi monochoromatique bir atraksiyon parkı olmayacağını, yabancılara, farklı kültürlere daha açık bir yer olacağını bekliyordum. Nitekim bu konularda beni hiç yanıltmadı Londra. Fakat tüm bunların var oluş biçiminin aslında bir toplum sözleşmesi olduğunu düşünüyorum. Özünde böyle güzel olduğundan ya da ingilizler böyle bir hayatı daha çok sevdiklerinden değil de, değirmenin dönmesi açısından bir gereklilik arz ettiği için Londra çeşitliliği benimsemiş gibi.
Thames'in etrafında doğru dürüst bir yürüyüş parkurunun bile olmayışı, pub'ların içki servisini yıllar geçtikçe daha erken bitirmeleri ve insanların adeta başka bir eğlence şekline yer bırakmayacak bir biçimde club'lara "aktıkları" bir yer Londra. Tüm bunların da mevzu bahis toplum sözleşmesin içinde birer yeri ve sebebi var kanımca.
Yeniden görmenin ve tekrar tekrar anlamaya çalışmanın gerekliği ise aşikar.
Binaların insanlara kolay kolay geçit vermediği bir yer Londra. İngiltere üzerine çokça duyduğumuz sanayi devrimi hikayeleri mi acaba bana bu görüşü dayatıyor diye sormadım değil kendime aynı zamanda. Fakat her ne kadar sorgulasam da önüne geçemediğim his, Londra'da insanların misafir olduğu. Londra binaların, üretimin hatta daha da genel bir şekilde çalışmanın şehri.
Thames'in etrafında doğru dürüst bir yürüyüş parkurunun bile olmayışı, pub'ların içki servisini yıllar geçtikçe daha erken bitirmeleri ve insanların adeta başka bir eğlence şekline yer bırakmayacak bir biçimde club'lara "aktıkları" bir yer Londra. Tüm bunların da mevzu bahis toplum sözleşmesin içinde birer yeri ve sebebi var kanımca.
İstanbul dışında göreceğime inanmadığım bir kaosu da Tate modern gibi muazzam bir -sadece yapı ya da kurum diyemiyorum- olguyu da içinde barındıran bir yer Londra.
Yeniden görmenin ve tekrar tekrar anlamaya çalışmanın gerekliği ise aşikar.
Monday, 11 May 2009
Nuide
İki seçeneğim var.
Bir Sergiden İzlenimler başlığını atıp meta üretiminin kurallarının hayatın her köşesine sindiği bir çağda kendimi nasıl bir vampir gibi hissetmeye başladığımdan bahsedebilirim. Herhalde sıkıntımın en dolaysız dışavurumu bu olur.
Ya da Bir Sergiden Tablolar'ı dinleyip Kemal'le çalabilmemiz için düzenlemeye başlayabilirim. Hissiyatın sadece içkin ve sembolik olarak aktarıldığı, benim için tipik, sıkıntımın nesnesi için önemsiz bir enerji (enerjinin Türkçesini hatırlayalım) sarfiyatı, uzay boşluğunda bağırmak gibi bir şey.
Nuide, kekeme yalnızlığımız bizim.
Bir Sergiden İzlenimler başlığını atıp meta üretiminin kurallarının hayatın her köşesine sindiği bir çağda kendimi nasıl bir vampir gibi hissetmeye başladığımdan bahsedebilirim. Herhalde sıkıntımın en dolaysız dışavurumu bu olur.
Ya da Bir Sergiden Tablolar'ı dinleyip Kemal'le çalabilmemiz için düzenlemeye başlayabilirim. Hissiyatın sadece içkin ve sembolik olarak aktarıldığı, benim için tipik, sıkıntımın nesnesi için önemsiz bir enerji (enerjinin Türkçesini hatırlayalım) sarfiyatı, uzay boşluğunda bağırmak gibi bir şey.
Nuide, kekeme yalnızlığımız bizim.
Thursday, 19 March 2009
Gerçek??
Anlatıldığında anladığımız şeyin gerçeğimiz mi yoksa fantezimiz mi olduğuna hiçbir zaman tam olarak emin olamayız.
Wednesday, 18 March 2009
Gerçek?
Bize anlatılan şeyin gerçek mi yoksa anlatıcının fantezisi mi olduğuna hiçbir zaman tam olarak emin olamayız
Monday, 2 March 2009
kendine dikkat et!
bu yazılar kime yazılır.
öncelikle kendimize, sonra da birbirimize.
kime neden yazdığımız, neyi neden yazdığımız, senin benim, sende bendeki anlamları ile anlaşılır değil mi zaten. bilmeyenler ise sadece bir his yakalarlar ya da kendi akıl evrenlerinde tematik bir kolaj oluşturabilirler.
neyse ne!
kendi aklımda mı yaşıyorum yoksa bedensel varlığım mı aklımı biçimlendiriyor. mekansal geçişmelerin keskinliği, gerçeklik denilen kavramı da kayganlaştırıyor. süreklilik, tekrar gerçeklik hissini arttırıyorsa, bozundurmalar kişisel hafızamıza tam bir darbe niteliğinde olmalı, bir nöron yerine koyarsak kendimizi...
yaşantı alanı değiştirmek fikrinden bahsediyorum.
ya da travmatik, paris yolculuğumdan.
paris kafası!
şimdi bir kadınla akıl benzerliklerimi paylaşıp, farklı zamanlarda aynı yerlerde yaptıklarımızı yarıştırıyorum ve kendimi onun anlarına yapıştırıyorum. zaman-mekan geçişli bir kolaj.
hayal edebildiklerinle hayal edemediklerin arasında bulaşabildiğin şeyler sanırım gerçeklik. olmasını istediklerin ile olmayan şeyler arasında yaşıyor kişi. büyük harflerle yazılan bir OLMAK halinde. kendini olduran kişi. eş zamanda eski zamanda gelecekte kendini olduran, zaman mekansal geçişli kolajlar kurgulayan bir akıl sahibi. o kadar mutlu olabilirdim ki, onun yaşadıkları anlarda yaşanmış olan anılara sahip olarak. öyle ki kendiminkilerin birkısmını sanki onunla beraber yaşanmış gibi, yeniden kaydedebilirim ve o anlardaki yalnızlığımı ( ya da onsuzluğumu ) sonsuza dek silebilirim. ya da sildiğimi sanabilirim.
herşeyi yapabileceğini hissetmekle, hiçbirşey yapamayacağına ikna olmak arasında gerçekleşiyor hayat.
ikisinin tam arası nuide...
ikisinin arası paris.
ikisinin arası ben.
rahimle tabut arasında insan.
tam öncesi döl ve yumurta, hemen sonrası ceset.
öncelikle kendimize, sonra da birbirimize.
kime neden yazdığımız, neyi neden yazdığımız, senin benim, sende bendeki anlamları ile anlaşılır değil mi zaten. bilmeyenler ise sadece bir his yakalarlar ya da kendi akıl evrenlerinde tematik bir kolaj oluşturabilirler.
neyse ne!
kendi aklımda mı yaşıyorum yoksa bedensel varlığım mı aklımı biçimlendiriyor. mekansal geçişmelerin keskinliği, gerçeklik denilen kavramı da kayganlaştırıyor. süreklilik, tekrar gerçeklik hissini arttırıyorsa, bozundurmalar kişisel hafızamıza tam bir darbe niteliğinde olmalı, bir nöron yerine koyarsak kendimizi...
yaşantı alanı değiştirmek fikrinden bahsediyorum.
ya da travmatik, paris yolculuğumdan.
paris kafası!
şimdi bir kadınla akıl benzerliklerimi paylaşıp, farklı zamanlarda aynı yerlerde yaptıklarımızı yarıştırıyorum ve kendimi onun anlarına yapıştırıyorum. zaman-mekan geçişli bir kolaj.
hayal edebildiklerinle hayal edemediklerin arasında bulaşabildiğin şeyler sanırım gerçeklik. olmasını istediklerin ile olmayan şeyler arasında yaşıyor kişi. büyük harflerle yazılan bir OLMAK halinde. kendini olduran kişi. eş zamanda eski zamanda gelecekte kendini olduran, zaman mekansal geçişli kolajlar kurgulayan bir akıl sahibi. o kadar mutlu olabilirdim ki, onun yaşadıkları anlarda yaşanmış olan anılara sahip olarak. öyle ki kendiminkilerin birkısmını sanki onunla beraber yaşanmış gibi, yeniden kaydedebilirim ve o anlardaki yalnızlığımı ( ya da onsuzluğumu ) sonsuza dek silebilirim. ya da sildiğimi sanabilirim.
herşeyi yapabileceğini hissetmekle, hiçbirşey yapamayacağına ikna olmak arasında gerçekleşiyor hayat.
ikisinin tam arası nuide...
ikisinin arası paris.
ikisinin arası ben.
rahimle tabut arasında insan.
tam öncesi döl ve yumurta, hemen sonrası ceset.
Monday, 2 February 2009
Wednesday, 28 January 2009
Subscribe to:
Posts (Atom)