Wednesday 17 October 2012

“Artists are some of the most driven, courageous people on the face of the earth. They deal with more day-to-day rejection in one year than most people do in a lifetime.... Every day, artists face the financial challenge of living a freelance lifestyle, the disrespect of people who think they should get real jobs, and their own fear that they’ll never work again. Every day, they have to ignore the possibility that the vision they have dedicated their lives to is a pipe dream. With every role, they stretch themselves, emotionally and physically, risking criticism and judgment. With every passing year, many of them watch as the other people their age achieve the predictable milestones of normal life - the car, the family, the house, the nest egg. Why? Because artists are willing to give their entire lives to a moment - to that line, that laugh, that gesture, or that interpretation that will stir the audience’s soul. Artists are beings who have tasted life’s nectar in that crystal moment when they poured out their creative spirit and touched another's heart. In that instant, they were as close to magic, God, and perfection as anyone could ever be. And in their own hearts, they know that to dedicate oneself to that moment is worth a thousand lifetimes.” 
 David Ackert

Tuesday 19 April 2011

mujdecayip

"Bütün arkadaşları erkek olan ve erkek gibi yaşayan çift cinsiyetli Caniko (Müjde Ar), gündüzleri sokaklarda top koşturan bir mahalle çocuğu, geceleri ise para kazanmak için köçeklik yapmakta olan bir gençtir. Günün birinde serseriler tarafından kaçırılır ve tecavüze uğrar. Saldırganlar Caniko’nun çift cinsiyetli olduğunu görüp onu bıçaklarlar. Kan kaybeden Caniko acil olarak hastaneye kaldırılır ve orada ameliyat edilerek tam bir kadın olur. Kadınlığa alışması hiç de kolay olmayan Caniko, zaman içinde mahalleden arkadaşı olan ve kendisine ilgi duyan çapkın futbolcu Adnan (Mahmut Hekimoğlu)’a aşık olur.. Müjde Ar’ ın Türk sinemasındaki ilk filmi..."
(http://www.sinematurk.com/film.php?action=goToFilmKeywordsPage&filmid=4774&type=film#konu)

Sunday 8 August 2010

Walter'ın Gözlükleri


Big Lebowski'nin sonlarında cenaze konuşmasını yapan Walter'ın gözlüklerinin gökyüzünün mavi rengini yeşil olarak yansıttığını görürüz. İzleyicinin sadece birkaç saniye tanık olduğu bu ayrıntı aslında Walter'ın hayatının en önemli karakteristiğidir. Zira o gözlükler bütün film boyunca hiç çıkmaz, sonda Donny'nin küllerini taşımak için alınacak mahfazanın fiyatını okumak için çıkarıldıkları bir istisna dışında. Walter filmdeki hiçbir şeyi Dude'un ya da izleyicinin gördüğü gibi görmemiştir.

Walter'ın Vietnam ve eski karısıyla ilgili travmalarının ve ekstantrik dini/ideolojik görüşlerinin dünyayı algılamasında nasıl bir sakatlık yarattığını anlatan bir ipucudur bu. 

Tuesday 29 June 2010

IOGraph ile masaüstü sanatı

IOGraph yazılımı çalıştığı süre boyunca mouse hareketlerinizi takip ederek bir nevi "desktop art" oluşturmanızı sağlıyor.



Tüm bir gün (gece?) boyunca bir koltukta oturup paso tıklıyorum diyorsanız ilginizi çekebilir.

Bu da benim bugün yarattığım eser efendim.


Buradan buyurunuz: iographica.com

Tuesday 20 April 2010

Da-nicht-sein'e yorum

Çok sevdiğim arkadaşım Yalçın'ın blog postuna (http://goymenyalcin.blogspot.com/2010/03/da-nicht-sein.html) yorum olarak yazılmış bir yazıdır. Malesef bu kadar uzun yorum yazınca blogspot kabul etmedi. Bende yazıyı buraya yapıştırdım.

Konu çok karışık ve çok fazla şey söylemeye gebe durumda. Psikolojisi var, sosyolojisi var, müziği bile var. Şahsen az önce youtube'da istemeden "favourites"e bastım ve 12 Eylül belgeselinin görüntüleri üzerine Özdemir Erdoğan'ın Gurbet şarkısını gördüm ve dedim ki kendime, bunu dinleyip bir şeyler yazmamla Billy Cobham (UberFunk) dinleyerek bir şeyler yazmam arasında duygusal anlamda önemli farklılıklar olması muhtemel.

Bu müzikal algı ve devinimleri sonucunda sergilediğimiz tavır son derece enteresan. Keza Orhan Gencebay (Kencebay) dinleyip Batsın bu Dünya demekle, Amerika bu dünyanın içine etti hepimizin sonu yakındır demek bir yandan çok yakın bir yandan da son derece alakasız mevzular.

Duygusal etkilerimizden sıyrılarak ya da sıyrılmasak bile sadece olgulara yoğunlaşarak yaptığımız gözlemler ve çıkardığımız sonuçlar ile hayata karşı aldığımız tavır arasında her nedense uçurumlar var.

Kurgularımız bir ideale, isyanımız ya da itirazımız ise güncelimize yönelik hep. O külliyen tutarsız ve sürüklenen halimizle tutarlılığın peşinden koşmaktayız adeta.

Benim şu an Özdemir Erdoğan yerine Billy Cobham dinlemem, konunun bana çağrıştırdığı: babam, solculuk, 80'ler, Türkiye, sefalet, emperyalizm vs. vs. denkleminden çıkmak adına kendime sağladığım bir kolaylık sadece. Özdemir Erdoğan ile bu insanı bambaşka bir yere koyabilirim aslında.

Teraneyi fazla uzatmadan yazıda mevcut örneğin kendi yaşantımda mevcut halinden bahsedeyim. Paris'te yaşıyorum ve her gün geçtiğim, nispeten yaya sokağı olarak adlandırılabilecek sokakta (Rue de Caumartin), bir gün öncesinde metroda gördüğüm afişe eşlik eder türden bir reklam kampanyasına şahit oldum. Uzun topuklu ayakkabı satmaya yönelik bir mağaza açılacakmış iş yerime çok yakın bir yerde ve gel gör ki bu malum sokağa bazı insanlar dikmişler. Sokağın yayan olmasından dolayı zaten burada sürekli anketçiler bulunur ve bira anketi ayağına beleş bira içmişliğimiz bile vardır öğlen öğlen..

Süper uzun topuklu ayakkabılar giymiş güzel bir bayan, yanında da duracell tavşanlarına benzer kılıkta iki tane Dünyayı Kurtaran Adam'dakileri andıracak cinsten pelüş adam. Bu insanlar bütün günlerini bu sokakta geçirip bu mağazanın promosyonunu yaptılar. Yanılmıyorsam iki gün sürdü. Malesef yazıyı okuduğumda olay çoktan bitmişti ve o güzellik abidesi ablaya soramadım ne iştir senin burada böyle duruşun diye. Her birinin ellerinde tıpkı yazıdaki gibi pankartlar vardı mağazayı tanıtan.

Fakat sormasam bile kafamda kurguladığım önemli bir fark var bizdeki duruma göre. Sanki o kıza sorsam alacağım cevabı biliyor gibiyim. Ben öğrenciyim acil para lazımdı, para biriktiriyorum 6 ay için Avustralya'ya gideceğim o yüzden böyle işler yapıyorum, Nepal'de sevgilim beni bekliyor budist tapınağı inşa edenlere yardım edeceğiz gibi bir şey söylerdi kesin. Örnekler her ne kadar abartılı ve karikatür gibi gelseler de genel olarak duyduklarım hep böyle şeyler. Bu yüzden aradaki farkı vurgulamak gerekiyor. Buradaki insanlar böyle işleri sadece bir basamak olarak kabul ediyorlar. Keza öyle zavallı bir görüntüleri de yok, son derece kendilerinden emin insanlar-ya da öyle görünmek zorunda oldukları onlara öğretilmiş, (işyeri tarafından ziyade toplum tarafından, eğitimleri itibariyle)-. Ne yapmaları gerektiklerinin bilincindeler ve hayatta bir amaçları var-her ne kadar hiçbir amaçları olmasa da-. Aslen yaptıkları iş aynıdır fakat onlar ne hikmetse çok ama çok farklıdırlar. Parantez içinde yazdığım fikirler nereye gelmek istediğime dair bir fikir vermiştir eminim.

Eurocentrism denen hadiseye gelmek istiyorum. Avrupamerkezcilik diyelim ya da. Buradaki vatandaşın bu işleri ekmek parası için yapmaması bir yandan onlara öğretilen bir değerdir fakat bir yandan da bir yerleri sıkıştığında devreye girecek zengin bir devletleri olduğundan ve ona güvenebilecek durumda olmalarındandır. Avrupamerkezcil bakış diğer tüm kültürleri onların düzeyine erişememiş olmakla itham eder ve kaynak olarak tarih boyunca Avrupa kültürünün diğerlerini nasıl domine ettiğini gösterir (http://www.mdcbowen.org/p2/rm/theory/blaut.htm). Bu konuyu bu insanlarla birlikte irdelemeye kalktığınızda karşınızda titanları, medusaları bulursunuz. Ona gerçekten sahip olmasan bile sahip olduğunu sandığın tahtı kaybetmek bile mahvediyor insanı.

Bu noktada gözüme çarpan en önemli husus kapitalizmi icat eden, yürüten, yayan ulusların kapitalizmi ne şekilde yaşadıkları ve toplumlarının bunu nasıl kabullendikleri ya da daha amiyane bir tabirle bu malı nasıl yedikleridir.

Bilgisayar mühendisiyim. İşime aşığım fakat her zaman bir yerlerde yaptığım şeyin bir sürü insanı işsiz bırakacak birşey olduğunu hissettim ve bundan acı duydum. Fakat mühendis bakışım da bir yandan beni hep daha iyisini yapmaya, optimize etmeye, mükemmelliği düşünmeye iter. Makinaları programlamanın verdiği tanrısal hazzı duyarım ve o denli acırım da bu insanlara.

Ancak bu acıma bir noktada yitip gitmekte. Bu durumdan muzdarip kişiler sorunları olduklarından bahsettiklerinde, ya da mevcut durumdan şikayet ettiklerinde asla onları dinlemekten kaçınmam ve onlar da dinleniyor olmaktan büyük sevinç duyarlar fakat bundan sonrasında hiçbir şey umurlarında olmaz ve şimdiye kadar hiçbirinin durumunu düzgün olarak gözlemleyebildiğini görmedim. Tüm bu olan biteni görmemeye odaklanan emekçiler dünyanın hala 1800'lerdeki gibi yaşandığına ya da yaşanması gerektiğine inanmaya devam ediyorlar veyahut ana babalarından nasıl gördüyseler öyle devam ediyolar diyelim.. Marx'ın döneminde yaptığı gözlemler her ne kadar mükemmel olsalar da günümüzde bu çerçevenin adeta Gödel'in "Incompleteness Theory"sine gönderme yaparcasına kaybolduğunu görmemekteler. Parametreler değişmekte ve teori yeniden yazılmakta. "Tekniğin gelişimi ile birlikte verimlilik öylesine artmış durumda ki, emekçiler yabancılaşabilecekleri bir ürün ortaya koydukları işlerde çalışma lüksüne bile artık sahip değiller." cümlesi bence bunu mükemmel düzeyde ifade eden bir cümle. Evet değiller fakat gerçekten değerli olacakları bir alanı aramak gibi bir amaçları da yok. Burada sisteme mahkumiyetten dolayı insanların içine düştükleri duruma laf edecek değilim. Ancak beklentileri de değişmemekte. Bu masum işçiye ben her baktığımda elime para geçse kral patron olurum söyle yaparım böyle yaparım profilini görüyorum. Nasıl daha ileriye gidebileceğini düşünmüyor aslen. Buradaki kendini bir naneden sayan uzun topuk promotörü ablalar da çok farklı değiller, sadece ait oldukları toplumdan ileri gelen daha yüksek bir özgüvenleri var. Misal Fransa'da hala sektörüne göre değişse de örgütlü işgücü var. Bu adamlar her sene seremoni gibi grev yaparlar ve bir miktar zam almak için tatil yaptıktan sonra işlerine kaldıkları yerden devam ederler. Kimse elli sene sonra ne olurum demez. Herkes evladını Bill Gates yerine koyuyor adeta. Nasıl olsa onlar bu işleri yapmayacaklar değil mi ? Ne yapacaklar peki ? İster istemez insanın aklına ya bu deveyi güdersin ya da bu diyardan gidersin deyimi geliyor.



İşsizlik sorununun var olduğu her ülkede (yani tüm ülkelerde) insanların özlem duyduğu sistem hiçkimsenin işsiz olmaması, herkesin iyi kötü bir iş sahibi olması, garanti bir maaşı olması, en kötü ihtimalle kıt kanaat yaşamasıdır. İnsanlığa addetiğimiz o güzelliklerle donatılmış buketi insanlığın bu kadar istediğini söylemek zor. İŞçilik, memurluk insanlığın ilk dönemlerinde var olmayan, topluluklarla birlikte ortaya çıkmış; insanların inşa ettikleri sistemler, yönetimlerle ortaya çıkmış bir kavramdır. İnsanı insan yapan şey ortamına adapte olma yeteneği ise eğer memurluk neden bu denli baki bir kavramdır ? İşveren serbest piyasanın riskini üzerine alır. Çalışan ise sabit bir ücret karşılığında emeğini pazarlar. Evet buraya kadar halen böyle. Ancak bu emek dediğimiz şey baştan sona değişmekte. Artık kol gücüne dayalı iş gücünden çok entellektüel enerjiye ihtiyacı var dünyanın. Kapitalizmin bir numaralı ülkeleri şu an bu kitabı baştan aşağı yeniden yazmaktalar. Yeni dünya düzeni diye yazılan ve komplo teorisi denilen şeyler en azından yirmi yıldır ortadalar. Evrildiğimiz noktada çok ağır saçmaladığımızı düşünüyorum. Zizek'in "Liberal communists" dediği kitleyi özellikle öne çıkarmak gibi bir niyetim yok fakat benliğine ve çevresine bu kadar yabancı kalmak bence normal değil. Şüphesiz bu insanlar bu noktalara türlü türlü travmalar yaşayarak gelmekteler ve aralarında bu hususta bilinçlenenler olsa bile bu kişilerde sadece ve sadece 150 sene öncesinin değerlerine göre inşa edilmiş teoriler ışığında hareket etmekteler.

Yazılımın neredeyse (nerdeyse dememin sebebi maddi olarak sayısal hafızaya ihtiyaç duyulmasıdır) hiç bir hammadde gerektirmeden sonsuz kopyalanabilir bir olgu olması bile bence Marksist teoriyi gözden geçirmek için yeterli bir sebeptir. Sosyal duyarlılığı asgari düzeyde olarak adddetiğimiz insanlar acaba bu denklemlerin içinden çıkamadıklarından mı "bekle ve gör" politikası izlemekteler diye sormadan edemiyorum kendime.

Gönlüm Jacques Fresco'nun çizdiği türden resource based economy'le yaşayan yüzen şehirlerden yana ama dur bakalım...

İnsan zamanında avcı toplayıcıydı, sonra yerleşik düzene geçti, tarım yaptı, sonra sanayi vs. vs. Şimdi ise makinaları üreten ve onları gerekirse kullanan insan olma yolunda. Platon bu ideale karşın köleliği savundu bundan 2000 küsür yıl önce ve şimdi zaman geldi, makinalar işleri insanlar yerine yapıyorlar.

Biz de birilerinin birşeyleri değiştirip bizim için düzeltmesini beklemekteyiz halen, o yüzden şimdi Özdemir Erdoğan zamanı geldi diyebilirim: http://www.youtube.com/watch?v=G7hTrZ4dxwE

Ps: Klibin başındaki benzinci abinin kameraya bakışına hastayım. :)

Wednesday 3 March 2010

Wednesday 24 February 2010

Konuşulanlar


Fransa'da son zamanlarda gösterilsin-gösterilmesin tartışmaları yaşanan reklam kampanyası
Erwin Olaf - Loretta Lux estetiği gözden kaçmıyor