Efendim geçenlerde nerede olduğunu hatırlamıyorum yabancılık ve tarih üzerine ilginç bir tez okudum. Hatta okuyup okumadığımdan da emin değilim belki de bir videoda gördüm. Tarihte ilk defa büyük şehirlerde yabancılık normal karşılanır olmuş. Şimdi hatırladım tuvaletteki dergilerden birinde okumuştum, Harvard Business Review olabilir. O da kendi aldığımdan değil ha, hava atıyorum sanılmasın, evinde kaldığım arkadaşım abone ondan yürüttüm (tuvalette dergi/kitap okunmasına çok kızıyor). New York'ta Çinli Londra'da Arap görmek çok normalmiş artık. Yani insanlar metroda ya da trafikte karşıdan karşıya geçerken bir yabancıyla karşılaştıklarında bu durumu hiç garip karşılamıyorlar. Bu tabii artık kozmopolit olma durumundan farklı çünkü yabancıyı yabancı olarak algılamayı bıraktığında kendini de yerli olarak algılamıyorsun. Kendini de istediğin yerde yabancı konumuna koyma özgürlüğünü elde ediyorsun, vs. vs. vs.
Kendi kendime, etrafımdaki Türklere ve genel olarak bütün Türklere yabancılık çerçevesinden baktığımda aklıma gelenleri nuide'e yazayım da biraz rahatlayayım dedim. İlk olarak bu konu ne zaman bir Türk tarafından ele alınsa göçebelik üzerine bir tartışmaya girişiliyor, ondan başlamak istiyorum. Bizim beyaz Türkler olarak kendimizle büyük sorunlarımız var. Bir yandan kıro dediğimiz, bir şekilde ilkel bulduğumuz ve açıkçası Türk dediğimizde aklımızda canlanan insan tipinden farklılığımızı vurgulamak istiyoruz. Çünkü eğitimliyiz, Avrupa dillerini konuşuyoruz, Paris'i Londra'yı Berlin'i gördük, ya da görmüş arkadaşlarımız var (nasıl Harvard Business Review okuyan arkadaşın dergisinden alıntı yapıyorsak Berlin'i görmüş arkadaşlarımızın anlattıkları da bizim şehir kültürümüze katkı). Kemalistlerin milliyetçiliğine, anti-demokratikliğine ne kadar uzaksak AKP'ye de o kadar uzağız, ideolojik bir boşluğun farkındayız ama ideoloji kelimesi bile bizi korkutuyor, ideolojimiz bu. Ama bütün bu yarı-modern söylemin yanında göçebelik kendimizle barışıklığın simgesi gibi kabul ettiğimiz ve zaman zaman gururlandığımız bir unsur olarak kimliğimizde sağlam bir yere sahip. Biz yabancı Türklerin en büyük sloganı, en büyük miti göçebelik. Göçebe atalarımız sağolsun her yere adapte olabiliyoruz, her kültürle bir arada yaşayabiliyoruz, ama hiçbir yer de evimiz değil. İstanbul güzel şehir ama trafikten yaşanmaz insanları çok saygısız, Berlin çok güzel ucuz ve sürekli hareket halinde ama çok salaş, Paris'te yapmacık bir bohemlik var insanları çok kıl, Londra çok gösterişli insanları nazik ama biraz boşlar, yemekler çok kötü (ki en büyük yanılgılardan biridir). Kuzey ülkeleri çok rahat ama çok durgun, İtalyan erkekleri fos çıktı ya kırolar ya geyler (bunu baldızımdan duydum ve çok hoşuma gitti Buffon'a bacak arası gol atmış gibi oldum), vs. Yaşanacak mekan seçmekteki aynı boşboğazlığı yaşadığım şehir Paris içinde mekan seçen Türklerde ise şu şekilde görüyorum: Yok 15. mahallede (Paris'in merkezi sayılan iki bölgenin içerisinde kalmasına rağmen sessizliği ve eğlence mekanlarına en fazla 45 dakika uzak olduğu için şehre yabancılar tarafından uzakta ilan edilmiş ve şu an yanında kaldığım arkadaşımın evinin içinde bulunduğu nezih mahelle, şuradan bütün mahallelere bakılabilir), 20 metrekarede yaşanmazmış, Chateau Rouge'da çok zenci varmış (eski evimin olduğu bölge), Chateau D'Eau (şimdiki evimin olduğu bölge) çok daha betermiş metrodan çıkınca zenci seliymiş, vs. vs. Anlayamadığım şey şu, hani tarihimiz boyunca oradan oraya gitmiştik, hani mekan değiştirmeyi severdik? Nerede kaldı o toz konduramadığımız göçebeliğimiz? Optik yanılsamalarla ilgili ilginç bir tespit bulunduran bir video izledim (linki bulunca koyarım), tespit şu: yanılsamanın gerçek olmadığı bize ne kadar anlatılırsa anlatılsın, yani yanılsamanın ne kadar farkında olursak olalım, yanılsamanın konusunu oluşturan goruntu-obje-varlık bize hep aynı görünür. Aslında Fromm da bundan bahseder, bir yanılsamayla baş etmek için onu olduğu gibi görmeye çalışmak değil, yanılsamanın olduğu gibi görünmediğini kabul etmek gerekir.
İşte ben de bu göçebelik söyleminin altında Türk pratik zekasına (yani ÖSS/ÖYS'yle beynimize kazınılan problem üzerine düşünme sadece bir şekilde sonucu bul metodolojisinden bahsediyoruz), dünyayı ortalama bir beyaz Türk'ün gözüyle görmenin üstünlüğüne olan faşizan milliyetçi bir hayranlığın olduğunu ve kendimizi ne kadar anti milliyetçi ve aydın görersek görelim 80'lerin sonuna kadar sürmüş olan beyin yıkamanın en azından bu konuda çok başarılı olduğunu hissediyorum. Ne kadar istemesek de gittiğimiz her yere Türklüğümüzü ve bunun bütün bileşenlerini taşıyoruz ve bunu artık kabul edersek her alanda daha başarılı olacağız. Bu cümleye nokta koyarken ne kadar tereddüt ettiğimi anlatamam, çünkü okuyunca sanki aşırı milliyetçi bir fikri ılımlı bir dille okuyanlara kabul ettirmek istiyormuş gibi hissettim. Bunun sebebi de zaten söylediğim şeyin içinde gizli.
Aklıma takılan başka bir nokta da Avrupa'daki Türklerin birileriyle tanışırken kendilerine yöneltilen "Neredensin?" sorusuna en az 2 saniye duraklayarak cevap vermeleri. Bunun en güzel örnekleri grup karşılaşmalarında yaşanıyor çünkü Türk gruplarında herkes birbirini bekliyor, hep başkası cevap versin diye. Beynimizin bir kenarında "bizden nefret ediyorlar", "bizi yanlış tanıyorlar" diye iki tane tıkanmış damar var, bunları bir türlü açamadık. Küçükken televizyonda Avrupa arenasında gördüğümüz her Türk'ün modern Türkiye'nin sembolü olarak tanıtılması bizde sanırım her Türk'ün yurtdışında ister istemez diplomatik bir görevde olduğu izlenimini yaratmış. Eğer öngörülerim doğruysa mesela Çin'de insanlarla tanışma esnasında kaybedilen o minimum düşünme süresi 2 saniyeden çok daha azdır. Bütün Uzak Doğu ezelden beri dostumuz, bütün Japonlar zaten zararsız insanlar da bu kendine güven duygusu sanırım Kore'deki dünya kupasında 3.lük maçında Hakan Şükür'ün kimin nereden çıktığını bilemediği anlamsız jesti sonrasında çok daha arttı.
Wednesday, 30 December 2009
Subscribe to:
Posts (Atom)